Çoban Ali Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman
içinde Çoban Ali adında bir çoban yaşarmış. Çoban Ali, bütün gün dağlarda,
bayırlarda koyunlarını otlatır, onlara kaval çalarak vakit geçirirmiş. Çoban
Ali doğanın ortasında koyunlarıyla baş başa olduğu için pek konuşmazmış.
Kiminle konuşsun ki? Konuşmaya gereksinim duyduğunda kavalını çıkarır, ona
düşüncelerini üflermiş yanık yanık.
Bir gün, durgun bir su kenarında koyunlarını otlatıyormuş.
Sırtını çimlerin kenarındaki ağacın gövdesine dayamışken, kavalını çıkarıp
üflemeye başlamış. Önce hafiften, sonra uzun uzun çıkıp çevreye yayılmış
ezgilerin duygusallığı. Çimler, bu gizemli dizeme uyup uzun boyunlarını sağa
sola sallamaya başlamışlar. Rüzgar hafiften esince yardım etmiş onlara. Otlar,
çimler, sazlar salınmışlar bir o yana bir bu yana. Papatyalar ve diğer kır
çiçekler de katılmışlar onlara. Büyüleyici kavalın sesine uyarak çimler, otlar,
sazlar, papatyalar ve diğer çiçekler bir danstır tutturmuşlar. Bir sağa, bir
sola, salınarak, öne ve arkaya yaylanarak.
Çoban Ali, önce hafiften üflediği kavalına biraz canlılık
katıp, daha derinden, ta yüreğinin derinliklerinden bir nefes vermiş. Daha
yanık, daha duygulu. İşte o zaman kavalın ezgisi daha gür çıkmış. Dizem daha
bir gizem ve etkileyicilik kazanmış. Yayılmış tüm doğaya dalga dalga. Ezginin
dizemi yayıldıkça uzun uzun, rüzgar gücünü arttırmış, otları, sazları,
çiçekleri yalayarak. Bitkiler boyunlarını bükerken rüzgarın okşayışıyla bir o
yana, bir bu yana. Rüzgar da keyiflenmiş bu salınmadan. Coştukça coşmuş Çoban
Ali’nin büyüleyici ezgisiyle. Sanki Çoban Ali çalıyor, doğa da geçmiş karşısına
dans ediyormuş.
Kavalın sesi küçük su birikintisinden de duyulmuş. Önceleri
yumuşak uzun dizemler olarak; sonraları coşan, çağlayan duygular olarak. Sudaki
yuvasına gizlenmiş uyuklayan küçük bir balık, birden dikkat kesilmiş bu hoş
ezgiye. Önce dinlemiş gözlerini yumarak. Sonra coştukça kavalın sesi, duramamış
yerinde, dolanmış suyun içinde bir o yana bir bu yana. Kuyruğunu sallamış
ezginin dizemi ile. Kuyruğu açıldıkça tül tül suyun içinde, bedenini kıvırdıkça
suda ilerlemek, dönmek, dans etmek için, kavalın sesine hayran kalmış.
“Kimdir bu kadar güzel çalan acaba?” diye zıplamış suyun
içinden. Kıyıdaki ağaca, sırtını dayamış Çoban Ali’yi görünce, uzaktan kıyıya
doğru yaklaşmış süzülerek.
Çoban Ali, kavalına düşüncelerini üflerken, farkına bile
varmamış kıyıda çırpınan, zıplayan güzel balığın. Bir an, suya bir şey düşmüş
gibi ses çıkınca, kavalını üflemeyi durdurup bakmış kıyıya doğru. Olur a, kendi
kuzularından biri, su içmek isterken ayağı kayıp yuvarlanmıştır belki suya. İlk
bakışta korktuğu gibi bir olay olmadığını görünce merakla su kenarına doğru
emeklemiş.
İşte bu anda, sudan fırlayıp havada çırpınan güzel kırmızı
balığı görmüş. Küçük balıkmış sesi çıkaran, suya düşerken “cup” diye. Kaval
susunca bir an için, rüzgar çiçekleri, otları, sazları okşamayı durdurmuş.
Ezginin dizemiyle dans eden çiçekler, otlar, sazlar
durmuşlar birden.
Sessizce beklemişler, “Ne olacak?” diye.
Çoban Ali, elleri üzerinde suya doğru eğilince, içinde bir
oyana, bir bu yana çırpınan, kıvrak hareketle dolanan, kırmızı balığı görmüş.
Kuyruğunu yayarak tül tül, kıvrılırken suyun içinde, tüm güzelliğini
sergilemeye çalışıyormuş küçük balık. Çoban Ali bakmış ki küçük balık sevgi ile
çırpınıyor suyun içinde, hemen bağdaş kurup kıyıya, kavalını çalmaya başlamış.
Her zamanki gibi önce incecikten yavaş yavaş, sonra coşarak, yüreğindeki
sevgiyi yansıtarak üflemiş. Kavalın sesi coştukça, çimler, otlar, çiçekler ve
sazlar da başlamışlar salınmaya. Ezginin dizemine, gizemine ve coşkusuna uygun
olarak, önce ağır ağır, sonra hızlanarak, dalga dalga.
Bir yanda suyun içindeki balığın kıvraklığı, bir yanda
bitkilerin salınımı, bir yanda Çoban Ali’nin kavalından çıkan ezginin
büyüleyici duygusallığı, yayılmış doğaya perde perde…
Kuşlar gelmişler cıvıldaşarak ağacın dallarına. Kuzular
melemişler arada ezginin dizemine uyarak. Tüm doğa ezginin duygusallığını
yaşayarak çalkalanmış kıvrıla kıvrıla…
Çoban Ali bakmış ki doğa dans ediyor kavalını çalarken; O da
kendini kaptırmış bu dansa ve daha canlı, daha içten üflemiş kavalını…
Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Çoban Ali ve
sürüsü gelirken su kenarına, koyunların çıngırakları ile kuzuların meleyişleri
duyulunca uzaktan, çimler, otlar, çiçekler, sazlar kucaklaşırmışlar sevinçten.
Kuşlar doluşurmuş ağacın dallarına. Doğa hazırlanınca büyük şölene, suyun
kenarına bağdaş kurup kavalını çıkarırmış Çoban Ali. Daha ilk ezgi süzülürken
kavalın deliklerinden suda bir kıpırdanma başlar, küçük kırmızı balık
fırlayarak suyun içinden, “Ben de hazırım” dermiş. Çoban Ali çalmaya başlayınca
kavalını; gözlerini kapar, içinin güzelliğini üflermiş derinden…
Bir gün bakmış ki küçük balık kırmızı yüzünü sudan çıkarmış,
kara gözleri ile öylece hareketsiz bakıyor. Dayanamamış onun bakışlarına. Çoban
Ali belki de aylardır ilk kez dudaklarını kıpırdatıp:
– Çok mu seviyorsun?
– Evet aşığım.
– Ümitsiz bir aşk o zaman seninki.
– Olsun ama çok güzel.
– Nasıl anlıyorsun geldiğimi?
– Çimler hışırdıyor, çiçekler fısıldaşıyor, kuşlar
cıvıldıyor, bir hareket geliyor doğaya. Toprak ve su bile etkileniyor. Ben de
yuvamdan çıkıp yanına kadar geliyorum ezginin eşliğinde, dans ederek.
– Çok güzel yüzüyorsun.
– Fark ettin demek.
– Hele kuyruğunu açınca, gelin duvağı gibi oluyor.
– Kuyruğum çok güzeldir.
– Aslında her şey çok güzel. Kara gözlü kıvırcık tüylü
kuzular, ağaçlarda kıpırdayan küçük kuşlar, salınan, dalgalanan çimler,
çiçekler, fısıldaşan sazlar, çimenlerin arasında serpişmiş beyaz papatyalar, şu
içinde yüzdüğün duru su, karşıdaki dağlar, ıssız tepeler… Hepsi çok güzel.
– Doğa katıksız olunca çok güzeldir.
– Görmek isteyene.
– Evet.
– Ben de bu güzelliğin içinde çalıyorum kavalımı.
– En güzel sevgiyi yansıtarak.
– Gözlerimi yumup içimden geldiği gibi.
– Yalnız içinden geldiği gibi değil bence. Ben o ezgilerde
duygularını, sevecenliğini de duyuyorum. Sanırım diğerleri de benim gibi.
– Çok mu seviyorsunuz benim ezgilerimi?
– Evet. “İşte doğanın aşkı” diyoruz sen gelirken.
– Herkes, her şey aşık mı sence?
– Evet.
– Ben de aşığım. Doğaya. Onun katıksız güzelliğine…
Çoban Ali, kavalı yine dudaklarına götürüp yavaştan üflemeye
başlamış. O güzelliği anlatmak istercesine, nefesini öyle kullanmış, öyle güzel
ezgiler çıkmış ki kavaldan, tüm doğa büyülenmiş, karşısına geçip dans edip
oynamışlar hep birlikte.
Küçük balık kah başını suyun yüzünde tutarak, kah sağa sola
kıvrılıp, kuyruğunu sallayarak, eşlik etmiş ezginin dizemiyle dans eden doğaya.
Onun çırpınırken ürettiği kıpırtılar, yavaş yavaş sevgisini ve aşkını yaymışlar
suyun üstüne. Halka halka, dalga dalga…
Çoban Ali her gün, koyunları otlamaları için yayınca, suya
eğilir, balıkla konuşur dururmuş. Bu konuşmalar çok uzun sürdüğü için eskisi
kadar çok çıkmaz olmuş kavalın sesi. Ne yapsın Çoban Ali, hem konuşup hem de
kaval çalamaz ki. Sabırla kavaldan çıkacak ezgiyi bekleyen doğa, kaval sesinin
gecikmesine tepki gösteriyormuş. Rüzgar hızla eserken, ağacın yaprakları
arasında soğuk ıslık çalıyor, çiçekler ve çimler yerlere kadar eğilip onun
hırçınlığından kaçıyormuş. Çoban Ali aldırmadan çevrenin tepkisine, sevgisini
konuşurmuş küçük balıkla. Mutluluk içinde…
Küçük balık sevildiğini gördükçe daha neşeli, daha kıvrak
çırpınırmış suyun içinde. Balık yorulunca konuşmaktan, Çoban Ali’den kavalını
çalmasını istermiş. O zaman Çoban Ali, suyun kenarına bağdaş kurup üflermiş
kavalını. Sevgi konuşmaları ile mutluluğu yaşamış olan Çoban Ali, çalınca
kavalını, tüm doğa, yine dans ederek katılırmış ezgiye. Eskisinden daha canlı,
daha içten. Buralara hiç kış gelmiyor, doğa hep yeşil ve neşe dolu yaşıyormuş
tüm coşkusuyla…
Bir gün, koyunları ile su başına doğru ilerlerken Çoban Ali,
karşı yönden patikadan, kendine doğru gelen bir adam görüvermiş. Keskin
gözleri, adamın niçin buralarda olduğunu hemen anlamış.
Daha uzaktan omzunda asılı duran oltası ile bu adamın bir
balıkçı olduğunu görmüş. Balıkçı, sabahın erken saatlerinde buralara gelmiş,
balık avlamak için. Çoban Ali’den de erken…
Balıkçı omzuna dayadığı oltası ile ıslık çalarak, sallana
sallana gelirken kendine doğru, ürkerek bakmış Çoban Ali. Balıkçı yanından
geçerken yüreği hoplamış birden. Göz ucuyla korkarak baktığında, oltanın ucunda
sessizce süzülüp duran, kendisinin çok iyi tanıdığı, sevgisini paylaştığı küçük
kırmızı balığı görmüş. Küçük balık, yakalandığı otlanın ucunda, açık ağzından asılmış,
çırpınmadan, sessizce uzanıyormuş. Hareketsiz tül gibi uzayıp giden kuyruğu,
kocaman açılmış, bağıramayan, çığlık atamayan ağzı, donuk gözleri ile ölümün,
bitmiş bir yaşamın sessizliğini yayıyormuş çevreye.
Ama balıkçı mutlu, yakaladığı avın keyfi ile dudaklarını
büzmüş, gönlünce ıslık çalıp duruyormuş. Çoban Ali’nin gözleri doluvermiş
birden. Yanaklarından aşağıya süzülüvermiş yüreğinin acısı, sicim gibi… Gözleri
buğulu, hızlı adımlarla, koşarcasına yürümüş suyun başına doğru, bir umutla.
Ola ki, balıkçı bir başka balığı tutsun. Kendi sevgi dolu balığı yaşıyor olsun.
Suyun kıyısına gelince, hemen çömelip suya doğru, gözleri ile küçük balığını
aranmış…
Rüzgar hafiften esiyor, çimler, çiçekler, ağaçlardaki
yapraklar bile kıpırdamadan sessizce bekleşiyormuşlar. Kuşlar gelmeye başlamış
sessizce. Fazla gürültü, patırtı yapmadan. Küçük kanat çırpıntısı ile dallara
konup bekleşmişler. Çoban Ali, ağlamaklı bir sesle, suya doğru seslenmiş,
sevgisini dile getirmiş,
“Belki küçük balık duyar da çıkar” diye. Oltanın ucundaki
bir başka balık olsun, kendi küçük balığı sudan çıksın,
“Korkma ben buradayım” desin diye, beklemiş. Gözlerinden
yaşlar akarken, suyun yüzeyi öylece durgun ve sesiz kalmış. Ne bir kıpırdanma,
ne bir dalgalanma…
Çoban Ali kavalına sarılmış hemen. “Belki, duymadı
geldiğimi” diyerek en yanık, en içten ezgiyi üflemeye başlamış ağır, ağır.
Yalnızca doğa, rüzgarın da etkisiyle sızlanmış yavaşça. Yanık kaval sesi, dalga
dalga yayılırken doğaya, çimlerin, çiçeklerin arasından dolana dolana
dolaşırken dağları bayırları, küçük balığı, onun sevgisini fısıldamış
ağlayarak. Doğa da sızıyla dinlemiş kavalın acı dolu ezgisini…
Çoban Ali unutuvermiş koyunlarını. Aşkam olunca koyunlar,
hüzünlü çobanı dağda bırakıp kendiliklerinden dönmüşler köye, ses çıkartmadan.
Çoban Ali, su başında öylece kalmış…
Dizleri üzerinde, ağzında kavalı, susmadan üflemiş yüreğinin
tüm acısını. Onun ezgileri yankılanmış gecenin karanlığında…
Yıllar sonra buralara gelen insanlar, sessiz doğanın
güzelliğini görüp, su başındaki ağaca sırtlarını dayayarak oturduklarında,
gözlerini kapayınca ağacın yapraklarının birbirine sürterken çıkarttığı sesi,
bir ezgiye benzetmişler. Çimler, çiçekler, suyun kenarındaki sazlar bu sese
ayak uydurup salınarak dans edermişler. Kuşlar da bir başka öter, yanık yanık
ezgilerle Çoban Ali’nin sevgisini yansıtırmış durmadan. Su kenarında, daha önce
hiç görmedikleri bir kırmızı çiçek salınırmış bir o yana, bir bu yana…
Bu çiçek, insanlara çok değişik gelirmiş. Kimse onun gibi
bir çiçek görmemiş o güne kadar. Yapraklarının uçlarında püsküller varmış. Tül
tül uzanan, rüzgarla dalgalanan kıvrılan püsküller. Çiçek, uzun ince bir boruyu
andırıyormuş. Üzerinde siyah noktalar varmış dizi dizi. Çiçeğe şöyle bir
dikkatle bakınca kavala benziyormuş. Rüzgar estikçe çiçek kıvrılıyor,
sallanıyor, çevreye bir ezgi yayılıyormuş kaval sesini andıran.
İnsanlar bu çiçeğe “Kaval Çiçeği” demişler. Kaval çiçeği,
yalnız bu su başında bulunurmuş. Nereye götürseler, nerede yetiştirmeye
çalışsalar olmamış. Yalnız bu su başında, kendi kendine yetişmiş, büyümüş.
Kışın yaprakları dökülür, çiçeği kurur, bir çalı gibi dururmuş suyun kenarında.
Bahar gelince, doğa uyanırken, o da uzun kış uykusundan silkinir, renklenip
çiçek açar, bol yeşil püsküllü yapraklarıyla Çoban Ali’nin ezgilerini çalarmış,
doğa dans etsin, baharı kutlasın diye…
Bir duygu düşünün; Çok kutsal olsun. Ona saygınız ve
sevginiz sonsuz olsun. Birden karşınıza çıkan bir olanak, size her şeyi
unutturabilir. Onun peşinde gidiverirsiniz. Bu tuzağa yakalanırsınız. Ne
kaybedersiniz? Çok. Belki de her şeyinizi…
Balıklar öğrendiklerini en çok 14 saniye saklayabilirmiş.
Sonra her şeyi unuturmuşlar. Bazen biz de öyle yapmıyor muyuz?
Her şeyi unutup bir şeyin peşine takılıp gitmiyor muyuz? Bu
durumda bıraktıklarımız nelerdir? Sonunda elimizde kalan çoğunlukla, o kutsal
duygunun izleridir. Bu anılar sonsuza değin sürüp gider. O duygu kaybolmaz. Biz
ise yok olup gitmişizdir.
Acaba hep böyle mi olmalı? Bizler yanılgının bedelini hep
yaşamla mı ödemeliyiz? Bana kalırsa en az bir kez daha şans tanınmalı. Ama, ee
yazık ki, gerçek böyle değil işte.