Sen ... sen . . .
Senin gölgen gümüş tabakta
Güneş ışığıdır.
Adımların, tohum eken zambaklar diyarı,
Ellerinin hareketi, rüzgarsız havaya karşın çanların çalışıdır.
Ellerinin hareketi, yükselen bir güneşten
lşığın uzun, altın koşusudur;
Bir bahçedeki patika üzerindeki kuşların sekişidir.
Fulyaların kokusu gibi sen de sabahleyin ortaya çıkarsın.
Genç atlar, senin düşüncelerinden daha hızlı değiller,
Sözlerin bir armut ağacının çevresindeki arılardır.
Kaprislerin, kırmızı elmalar üstunde vızıldayan
Altın ve siyah şeritli eşek arılarıdır.
Dudaklarını içerim,
Ellerinin ve ayaklarının beyazlığını yerim.
Ağzım açık,
Yeni bir kavanoz kadar boş ve açığım.
Ağzımın kabını dolduran beyaz su gibisin.
Zambaklarla ağzına dek dolu bir dere gibi.
Sen bulutlar gibi donmuşsun,
Yüksekteki bulutlar kadar uzak ve tatlısın.
Sana ulaşmaya cesaret ediyorum,
Parlaklığının kenarına dokunmaya cesaret ediyorum.
Rüzgarların ötesine atlıyorum,
Ağlıyor ve bağırıyorum,
Fildişi bir bileği taşında bilendiginden
Bir kılıç kadar keskindir gırtlağım.
Gözlerimdeki neşenin, aşkımın seğirten mutlululuğunun
Şarkısını soylüyor gırtlağım.
Gökkuşağı nasıl düştü kalbimin üstüne?
Parmaklarım da uzanmaları için denizlere
nasıl tuzak kurdum
Ve nasıl yakaladım gökyüzünü, başıma bir ortü
olsun diye?
Mistik ışığının dört çemberiyle kuşatarak beni
Nasıl gelirsin benimle kalmaya?
Sonuçta "Görkem! Görkem!" diyorum ve kutsal bir yer gibi
Eğilip seni selamlıyorum.
Kendime rahat verir miyim sabahlarca ve ertesi gün?
Havanın bir lütuf,
Yeryüzunün bir nezaket, cennetin teşekkürleri
Hak eden bir nimet olduğunu sanıyor muyum?
Öyleyse sen - hava - yeryüzü - cennet -
Sana teşekkür edemem,
Seni alırım,
Yaşarım
Ve sonuçta tüm söylediğim bu şeyler
Taş bir kapıya geçirilmiş yakutlardır.